Yaklaşık yüzyıl evvelinden fotoğraf geliyor gözümün önüne. Zifiri karanlıkta bir bankın kenarına oturmuş belli belirsiz siluet. Fransızların "Işık Şehri" dediği Paris’te karanlığa gömülmüş ağzında sigarasıyla genç bir adam.
Fotoğrafın içine girelim ve detaylarına bakalım. Sene 1920’ler. Anadolu coğrafyasında İmparatorluk mirasının üzerine kurulmuş gencecik Cumhuriyetin ilk yılları. Başarılı öğrenciler devlet bursuyla Avrupa’ya gönderiliyor. Amaç bilim, ilim, fen gibi birçok alanda bizden fersah fersah ileri olan Avrupa'dan faydalanmak ve muasır medeniyet seviyesine ulaşılmak. Gönderilenler arasında Necip Fazıl’da var. Resim de bankın kenarında oturan siluette bu genç adama ait.
Necip Fazıl tahsil için gönderildiği Fransa'nın meşhur Sorbonne Üniversitesine resmi birkaç işlemi yaptırmanın dışında uğramıyor bile. Bir arkadaşının alıştırdığı kumar belasına öyle yakalanmış durumda ki, devletin gönderdiği bursu aldığı gibi soluğu kumarhanede alıyor. İlk gece bütün parasını bitiriyor ve sonra beş parasız. Gelecek ay bursunu alana kadar arkadaşlarının yardımıyla yeme içmesini sağlıyor fakat her gece yine kumarhanede. Dayısının, annesinin gönderdiği harçlıkları da kısa sürede kumar illetine kaptırıyor. Parasız olduğunda masaların arkasında oynayanları izleyip, kendisi oynayan yerinde olsa nasıl hamleler yapacağını düşünüyor.
Kumar tüm ruhunu, benliğini ele geçirmiş durumda. Aylarca yukarıda anlattığımız döngü devam ediyor. Bursu aldığı gece tek kuruşu kalmayacak şekilde bitiyor. Öyle ki kumarhaneden çıkıp kaldığı otele gidecek parası olmuyor ve her gece kilometrelerce uzaktaki oteline yürüyor. Kaldırımlar üzerinde Paris sokaklarında kendi ayak sesini dinleye dinleye otele adımlıyor. Ruhunda hep o bulamamışlığın verdiği sızı. Yıllar sonra hangi ölçünün içinde ölçüldüğü belli olmayan, kendi deyimiyle muşamba dekor cemiyetin “büyük şair” sıfatını boynuna asacağı kaldırımlar şiirinin temeli atılıyor belki de.
Yukarıdaki döngü bu şekilde sürünce devlet haber gönderiyor. “Derslerinize devam etmediğinizden bursunuz kesilmiştir”. İşte hayal ettiğim resim de bu haberi aldığı günün gecesi. O ay ki bursu gönderilmiş ve bu parayla yurda dönmesi isteniyor. O ise parayı aldığı gibi doğru kumarhaneye... Bütün parasıyla tek bir oyun oynuyor ve bütün parasını kaybediyor. Kendine has mağrur edasıyla arkasına bakmadan çıkıyor kumarhaneden. Yine cebinde beş kuruş yok ve yine oteline yürümek zorunda. Yolda yürürken yorulup bankın kenarına oturuyor ve yakıyor sigarasını.
Fotoğraf tasvir etmemde ki neden, o an ne düşünüyor olabileceğini tartışmaktır. Orada bütün yenilmişliği ile oturan genç adamın neler hissettiğini yorumlamaktır. Yenilmişlik... Necip Fazıl'ın karakteri ile tam zıt bir kavramdır. Onunla ilgili bir anıda treni kaçırıp garda sinirli sinirli dolaşırken yanına gelip “Hayırdır Üstad, treni mi kaçırdın?” diyen adama hayır kovdum gitti der. Treni kaçırmak onun için bir eksikliktir, yenilgidir. Bunu kabul etmesi mümkün değildir. Bu karakterde ki adamın bütün yenilmişliği ile oturduğu bankta neler hissettiğini anlamaya çalışalım. Türkiye’den Fransa’ya giderken İstanbul’da vapura bindiğinde kafasında ki fesi çıkarıyor. İstanbul arkasında ve rota Avrupa. Şimdi hak ettiğim yere gidiyorum deyip elinde ki fesi Boğazın azgın sularına fırlatıyor. Geri kalmış, cahil Anadolu’dan modern(!) Avrupa’ya gidiyordu.
Boğazın azgın sularında debelenen fes gözlerinin önündeydi bankta otururken. Kendisi de o fesle aynı kaderi yaşamış ve Paris’te aylarca debelenmişti. Dalgalı azgın suda kumar illetinde batmamak için çırpınıyordu. Kumar ile tatmin edebileceğini düşündüğü nefsinin peşine düşmüş, yenilgi üstüne yenilgi alıyordu. Fakat yenildikçe öğrenmeye devam edecekti. Kumardan evvelde farklı yollarla bulmaya çalışıp bulamayan genç şairin ilk büyük yenilgisiydi kumar. Devamı da gelecekti. Yenildikçe öğrenecek ve öğrendikçe hakikate yaklaşacaktı. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır”.
Bankın kenarında oturan genç adamın içinde önce yenilmişliğinden sonra gamdan, kederden, sıkıntıdan ve en çokta nefsden; dağlar, tepeler vardı. Yüreğini, benliğini çevrelemiş feza kadar sonsuz, ruh kadar görünmez dağlar. Tüm maneviyatını çevrelemiş, kabuğunu kırıp dışarı çıkmasını engelleyen sarp engeller.
Doğduğu ilk yıllardan beri bulamadığı bir cevap var Necip Fazıl’ın. Hayatının özellikle ilk otuz senesi büyük afakan ve buhranların olduğu bir devre. Bu devre de cevabını aradığı sorunun farkında değil. Necip Fazıl için asıl problem ve ruhsal çöküntülerin kaynağı bu. Fransız bilgin Claude Bernard’ın dediği gibi “Aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz”.
Fransa yıllarına kadar kitapta, romanda arıyordu hakikati. Öyle ki bayılana kadar kitap okuyup cinnet aşamasına geliyordu. Fakat aradığı şey oralarda da görünmüyor. Şems Mevlana'nın kitaplarının hepsini havuza atıp aradığın bunların içinde değil diyordu ya, aynı şey Necip Fazıl içinde geçerliydi. O kitaplar sadece hedefe giden yolun ufak bir kısmıydı. Aradığını kitaplarda bulamayınca şiire merak sardı. İnsanın estetikte ulaşabileceği en üst noktalardan birisidir şiir. Fakat oradaki estetik lezzet ve hazda tatmin etmiyordu genç adamı.
Kitapta, şiirde, kumarda bulamadığı cevap için yeni bir durak bulmuştu Fransa dönüşü. ”İçki”. Arayışı o kadar kuvvetlenmişti ki, günlerce uykuya hasret kalıyordu gözleri. Yiyemiyor, içemiyor sadece kumar ve içkide tatmin etmeye çalışıyordu kendini. Kendi tabiriyle uyku onun için sonsuz bir ormanda ele geçmez bir avdı. Gözleri iki siyah nokta halini almış, vücudu tükenmişti. Uyuyamayan gözleri için uyku sıhhatin çeşmesiydi, hiç değilse bir müddet tüm hislerini dondurabiliyordu.
Derdini anlatmak için şiirler yazıyor, kitaplar bastırıyordu fakat bunlarda derdine çare olamıyordu. Bunlarda bulabilmeyi ümit ediyordu. Edebiyat dünyası henüz otuz yaşına gelmeden ona karşı yapılabilecek her türlü övgüyü yapmıştı. Şiirleri özellikle yirmi dört yaşında yazdığı kaldırımlar, biraz başarısız olsa da polisiye romanı Meş’um Yakut, hikayeleri, dergilerde yayınlanan yazıları ve daha niceleri onu tatmin etmiyordu. Anlatamıyordu yada anlaşılamıyordu. Kendi deyimiyle Tanzimat'tan beri reçel kavanozunun dışını yalayıp tat almaya çalışan millet bir türlü kavanozun kapağını açıp reçelin tadını almayı beceremiyordu. Onun eserlerinde de içeriğe girilmiyor sadece kavanozun dışını yalayıp tat almaya çalışıyorlardı. Necip Fazıl ise maddenin özüne erişip, lezzetin hasına ulaşmak istiyordu. Yazmakta merhem olmuyordu bu genç adama.
Arayışı son sürat devam ederken yepyeni bir nefes bulmuştu kendine. Tüm akli uzuvlarını emanet edebileceği bir şey. Bir kadının ağına yakalanmıştı veya kendisini yakalattırmıştı. Hakikat belki de bir kadının gözlerinin içinde saklıydı. Tüm benliği ile kendisini bu kadına teslim etti. Fakat hayır, değil cevap bulmak soruları artıyor metafizik kavramlarla mücadele ediyordu. İstanbul sosyetesinin en meşhurlarından olan bu kadında, genç şairin kendisine olan ilgisini bildiğinden bütün dişilik işkencelerinden hepsini genç adamın üzerinde deniyordu. Kadın ruhunu acıttıkça hakikate ulaşacağım zannediyordu. Fakat yine bir yenilgi olacaktı.
Kadın ile nefsine acı çektirme arzusu… İçki ile gafletin içinde sırrı bulmaya çalışmak… Kumarda ise heyecan, umut, renksiz hayatına renk katma isteği… Fakat hiçbirinde sırrı keşfedemiyor, ruhunu doyuramıyordu. Sebebi de aslında açıkça belliydi. “Makineleşme”. Sadece ihtiyaçlarımız var ve onları karşılamamız gerekir. Duyguya ve maneviyata yer yok bu hayatta. Suda debelenen fesin temsil ettiği manevi iklimin desteklemediği hiçbir gelişme ruhumuzu tatmin etmeye yetmeyecekti. “Coğrafya kaderdir” ve bu ülkenin coğrafyası maneviyat üzerine kuruludur. Maneviyatın desteklemediği hiçbir gelişme bu coğrafyanın insanını arayışına cevap vermeyecektir. Necip Fazıl’da makineleşen zihniyetlere karşı kendisini kurtaracak eli bekliyordu.
Kadın belasının doruğunda iken bir akşam… Her gün işten çıktığı akşam gibi normal bir akşam… Evine gitmek için bindiği vapurda kendisinin “Sır Küpü” diye tanımladığı hayatı boyunca hiç görmediği ve bir daha hiç görmeyeceği Hızır yapılı adam, eline merhemin burada diyerek bir adres sıkıştırdı. Adreste Beyoğlu-Ağacamii yazıyordu. Eğlencesiz eğlencelerinin merkezi Beyoğlu. Yıllarca hakikatin yanı başında ondan bihaber mi yaşamıştı?
Fakat nefsinin boynuna taktığı kement o kadar sağlam ki vapurdan indikten sonra sır küpünü de kurtarıcının adresini de unuttu. Onun cümleleriyle nefsinin tanımı: “Ferhat'ın sevgilisine kavuşmak için deldiği dağ, benim devirmek borcunda olduğum nefse göre bir kum tanesi”. Nefsinin kementi kurtarıcıya giden yolda onun elini ve ayağını bağlıyordu.
Kumar ve içki kendi kendine verdiği mücadeleydi fakat sevdiği kadında ise karşı cins ile mücadele ediyordu. Karşısında ki bayanda bu işlerde o kadar mahirdi ki, genç şairin her türlü akli melekesi ile rahatlıkla oynayabiliyordu. Tavırları, hareketleri genç adamın ümitvar olması için yeterliydi fakat genç adam ona yaklaştığı an ona yıldızlar kadar uzaktı. Tamamen cinnet aşamasına gelmiştir Necip Fazıl bu evrede. Tam bu evresini birkaç fark dışında Alman filozof Nietzsche’ye benzetebiliriz. Salome aşkından divane olup akıl hastanelerine kadar düşen Nietzsche, Salome’den sonra en büyük eserlerini çok kısa sürelerde yazmıştı. Delilik ve dahilik arasında ki o ince çizgi üzerinde yürüyordu Necip Fazıl’da.
Necip Fazıl’da akıl hastanesi raddesine gelmişti fakat onu kurtaracak el tam bu anda uzandı. Sır küpünün verdiği adresi hatırladı ve son ümit bir de buna bakalım diyerek gitti. Beyoğlu'nda Ağacamii’nde Abdülhakim Arvasi hazretlerinin cuma sohbetine katıldı. Daha camiye girdiği an tüm zerreleri yerinden oynamış, cevapların burada diye dile gelmişti. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Gözlerini gördü Arvasi Hazretlerinin. Yakıcı bakışlarını… Dilini lâl gönlünü ah u zar ettiren bakışları. Arvasi Hazretlerinin nazarı yüreğindeki ilk kıvılcımı yakmıştı.
Fakat nefsi onu yalnız bırakacak değildi. Sohbet çıkışı yine unuttu ve malum kadının peşine ve kendi tabiri ile “böcek yaşantısına” geri döndü. "O Ve Ben" kitabında ki şu cümlelerine kulak verelim. “Hem de ne böcek, iğrenç böcek. Hem gözü güneşte; hem de nefsi saksının dibindeki karanlık, rutubetli ve avuç içi kadar küçük zemine yapışık. Bu gözü, bu nefisten hangi ameliyatla hangi doktorun neşteriyle ayırabilecektim”.
Böcek yaşantısı içinde bazen bütün arayışlarının cevabı Arvasi hazretlerinin dizi dibinde bazen nefsinin peşinde içki-kumar-kadın üçlüsünün başını çektiği eğlencesiz eğlencelerinde. Güneşe yol almaya çalışırken tekrar saksının dibi.
Bir gece yemek odasında ki büyük masanın üzerine yayılmış bir yazı üzerinde çalışıyor. Yazı her şeyin künhünü, kaynağını o kadar araştırıyor o kadar inceliyor ki kendisine rakip çıkıyor. Hemde ne rakip. Rakip kelimesinin karşısına büyük harflerle “ALLAH” yazıyor. Daha ”ALLAH” lafzını yazdığı an başında bir balyoz etkisi. Tam ense kökünde. Çile şiirinde anlattığının aynısı. Tam o anda karşısında bir cisim. Şen kahkahası ile malum kadın. Nefsi ipleri eline almak için ona yine oyun oynamakta.
Fakat o an Necip Fazıl arayışlarının sonunda ki cevabı değil ama sorunun ne olduğunu ne araması gerektiğini ve bulmaya kimin yardım edeceğinin farkına varıyor. Karşısında ki malum kadına dönüyor ve; “Ah nefs; Seni bir kazığa oturtsam, kazığın sivri ucu kan boşanan ağzından çıksa. Gözlerini kızgın demirlerle söndürsem. Tırnaklarını yavaş yavaş, her saat başı kıl kadar çeke çeke söksem. Derini ceviz içini açar gibi yüzsem ve kan oturmuş cildine tuz bassam. Bir serçe aksırınca katıla katıla ağlayacak kadar merhamet hastası ben, bütün bunları yapsam... Yine senden hıncımı alamam” diyor.
Tüm gücünü toplayıp zar zor sürünerek yatağına gidiyor. Gözlerini kapatıp beynine emir veriyor. “Uyu”. Heyhat az önce kendisine rakip almaya kalkıştığı mutlak yaratıcı istemediği sürece, O ol demedikçe hiçbir şey olmaz. Bu arada nefsinin de peşini bırakmaya niyeti yok. Yatakta kocaman bir canavar dikiliyor karşısına. Sipsivri dişleri olan kafası odanın tavanına değen bir canavar. Güzel yüzünü geri çevirdiği nefis maskesi yırtılınca tüm çirkinliği ile karşısında. Gözleri kapalı ama odada ki her şeyi ayniyle görüyor.
Güneş ışığına ulaşmaya artık karar vermişti Necip Fazıl, son olarak nefsine bakıp; “Bütün dişlerini tek tek vücudumun en zayıf yerlerine geçirsen ve beni acıdan gözümde yaş kalmayana kadar ağlatsan da senin boynuma taktığın tasmayı çıkarıp attım. Bir daha da boynuma geçirmem. En büyük özgürlük "Mutlak Sevgilinin" kapısında tutsak olmaktır” dedi ve uyudu. Ertesi sabah kalktığında yepyeni bir dünya vardı.
Metafizik buhranlarının son bulacağı yeni bir dünya... Çile şiirinden alıntı yapalım;
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.
Arvasi Hazretlerinin bir bakışı ile yüreğinde bıraktığı kıvılcım büyümüş ve büyük bir yangın olmuştu. Fransa’da bank kenarında oturan genç adamın benliğini ve yüreğini çevreleyen gamdan, kederden, nefisten dağları eritecek kadar büyük ateş. Bu ateşle feza kadar sonsuz dağların hepsini eritip enfes iklimlere gidilecek yol yapacaktı ayağının altına.
Senelerce arayan, arayışlar peşinde koşan Necip Fazıl bulmamıştı, bulamamıştı. Buldurulmuştu. Has ve halis olarak istediği için buldurulmuştu. Her türlü nefsi arzunun peşinde koşturup hepsinin kölesi olan, Fransa’da kumar bağımlılığından tırnaklarını yüzüne geçirip saatlerce ağlayan, içki bağımlılığı yüzünden annesinin yüzüne bakmaya utanan, kadın bağımlılığından akli sağlığını bozmaya ramak kalan Necip Fazıl bunların hepsinin bütün arayışlarının yekünü olarak bulduruluyordu.
Bu devirden sonra yazmaya başlayacağı bütün eserlerinde bu dönemin izleri fazlasıyla görülür. Bir Adam Yaratmak eserinde Hüsrev’i, Aynadaki Yalan romanının kurgusunu, İdeolacya Örgüsünde ki fikirlerini veya Çile’de ki şiirleri bu dönemin birer meyvesi olarak görebiliriz.
O'na kadar olan, yukarıda kısaca anlattığımız dönemi ve sonrasını şiirinde kısaca şöyle tanımlıyor;
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...
Hamlık evresi olan arayış devresi bittikten sonra Efendisi Arvasi Hazretlerinin dizi dibinde on sene pişme dönemi ve peygamberi yaş kırkından sonrası ise yanma dönemidir. İnandığı değerler uğruna bir nesil yetiştirmek için hapishane köşelerinde, sürgünlerde geçirerek yakacağı bir ömür ve o yandıkça aydınlanacak bir nesil yetiştiriyordu. Bir söyleşi de gençlerden biri Üstad’a sorar; “Üstad yetiştirmek istediğiniz İslam çiçeğinin neresindesiniz”. Üstad’ın cevabı onun dava aşkını tarif etmeye yeterlidir. “Ben İslam çiçeğinin toprağı ve gübresiyim.” Üstad ruhunu doyuracak maneviyatın peşinde, nefsini doyuracak makineleşmeye sırt çevirmiş ve bütün arayışların sonunda biricik meselesi Sonsuz hakikatin yoluna düşmüştür.
Öteler, öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman-yolu benim olmalı!
Dipsizlik gölünde, inciler benim.
Diz çök ey zorlu nefis, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuz’a varmak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder