Kadim insanlığın varoluşundan beri, kaybolmuş ya da yaşayan bütün dillerin üzerinde fikir birliği ettiği tek mesele “aşk”tır. Her dilde onun üzerine bir şeyler yazılmış veya söylenmiştir. Bir konuyu “mesele” olarak ele alıyorsak, çözümünü de tartışmak gerekir. Ancak çözümü, meseleyi tanımlamak kadar kolay değildir; tam tersine fazlasıyla karmaşık ve kompleks bir yapıya sahiptir. Burada “karmaşık ve kompleks” ifadesiyle anlatılmak istenen, sonsuz bilinmeyenli bir denklemin çözülemeyen yapısında, sonsuz ihtimalin içinde kaybolmuşken; aynı zamanda iki kişi arasındaki kısa bir mesafede, kompakt (dar) bir alanda bu denklemi çözme çabasını ifade etmektir.
Bu şartlarda meseleyi çözmek, özel bir beceri gerektirir; dilden kulağa değil, dilden gönüle hitap etme becerisi. Neşet Ertaş’ın sazının teline her vuruşunda, unuttuğun ya da unutmak istediğin, üzeri tozlanmış tüm hatıralar birer birer gün yüzüne çıkar. Mona Roza’nın her satırı, kendine bile anlatamadığın en gizli sırları gözünün önüne serer. Kürk Mantolu Madonna’da Raif Bey’le birlikte sen de acı çekersin. Bahattin Karakoç’un, “İsmaili bir gönülle teslim olmaktır bıçağa. Birini kandırmak değil, bilerek kanmaktır aşk” tanımında kendine bir pay çıkarırsın. Bütün bunlar kulağa ya da göze değil, doğrudan gönle hitap etme becerisidir.
Bu noktada Tarık Tufan, “Anna” eseriyle adeta bam teline dokunur. Sevdalanmış, utangaç bir gencin kendiyle dertleşmesini kaleme alır. Belki hiçbir zaman dile dökülmeyecek olan kalbi kelimeleri kâğıda döker.
“Her söze esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlar” olduklarını belirterek başlıyor arzuhale. Bu girişte İsmet Özel’in bir tanımı geliyor aklımıza: “Allah’ı unutup da, Allah’ın kendisini unutturdukları arasına katılmamışsanız, artık hatırlayacaksınız. Hatırlayanlardan olmak, zikr ehli arasına katılmak, sizi kökten değiştirecektir.” İsmet Özel’in “zikr ehli” ifadesi, bizim yorumumuzla, mütedeyyin gencin Allah’ı unutmadığının en saf ve güzel örneğini ortaya koyuyor.
Kapitalizmin, sanayi devrimiyle oluşan kapitalizm soslu kölelik sistemine, işgalcilere ve en önemlisi de Cahit Zarifoğlu’nun “Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur” sözü ile özetlediği bankaların elinden kurtulmalarındaki sihrin bu sözde olduğunu belirtiyor. Yine İsmet Özel’in “kökten değiştirecek” ifadesi, insanın bu yozlaşmış düzenin hezeyanlarından, devrimci bir inatla sıyrılmasını vurguluyor. Mütedeyyin bir gencin teslimiyeti ve güveniyle yapılan bu giriş, nihayetinde okuyucuyu derinden etkileyen bir darbe ile sonuçlanıyor.
“İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor”
Kitaplar dolusu cümlelerle anlatılacak ahvalimizi tek bir cümleye sığdırıyor. Söylenecek her sözü, yapılacak her tanımı boşta bırakacak bir cümle. Ardından çekingen, ürkek ve tamamlanmamış sonu sessizlik olan cümleler. Soyut ve münzevi bir hal.
“Gidelim buradan.
Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
Ölelim diyecektim az kalsın.
Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.
Sarılalım diyecektim az kalsın.
İçimden böyle şeyler de geçiyor işte.
Sarılalım, dudakların…
Tamam sustum.”
Bütün söyleyecekleri, hepsi koca bir sukutun altında kalıyor. Burada Tarık Tufan’ın "Hayal Meyal" kitabındaki birkaç cümle beliriyor zihnimizde: “Cansız harflerin üst üste yığıldığı bir toplu mezar olmuştu zihnim. İnsanın söylemek istediklerini söyleyebilmesi nasıl da büyük bir nimetmiş meğer o zaman anladım.” Sükût, koca bir mezar. O konuşup hemhal olamadığından, karşı tarafın gözlerinin içine bakıp anlamasını istiyor. Gözlerinin içinde, ezilmişliğin ve yenilmişliğin derin karanlığı var.
“Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum.
Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut.
Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
Yüzüme bak ama Anna, yüzüme bak.
Gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
Gözlerim biraz karanlık.
İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.”
Fakat o karanlığın içinde yönünü bulmasını sağlayan yıldızlara; Turgut, Edip ve Sezai’ye selam göndermeyi ihmal etmiyor. Şiir tadında yazılan bu yazı; susuşların, bekleyişlerin ve özlemlerin dile geldiği; her okuyanın kendine bir pay biçtiği bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Cahit Zarifoğlu’nun “Bir kalbiniz vardı, hatırlayınız” cümlesini pratiğe döküyor; bize, kalbimiz olduğunu yeniden hatırlatıyor.
Eserin sonunda Türk edebiyatının en güzel sonlarından biri yazılmış. Cebrail’in yaratılışımızın sebebi Efendimize emaneti teslim ettiği mekânla yapıyor bitirişi. O’nun dinginliğinin her bir zerresine işlediği kutlu mekânla.
"Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki.”
ANNA
Biz her
şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep
esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna.
Büyücülerin,
haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin,
bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
Sanayi
devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok
sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada
hayatta kaldık sırf bu yüzden.
Piyasaların
hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. Kalbimiz derken,
ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ard arda kaydedip
dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
İşte böyle
yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
İnsaf et
Anna!
Gidelim
buradan.
Senin
masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza
alıp da gidelim.
Hesap
etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
Ölelim
diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.
Sarılalım
diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım,
dudakların…
Tamam
sustum.
Gitmek
istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. Şiir kalsın istersen, sadece
otursak.
Oturmasan
da olur benimle, sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme
bak.
Yüzüme bak
ama Anna, yüzüme bak. Gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
Gözlerim
biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları
yumruklayışlar, cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar,
uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları,
bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
Gözlerim
biraz yorgun. İçinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler,
bekleyişler, bekleyişler…
Bekleyişler
Anna.
Köylü
çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm
orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
Hepsini
sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin
her şeyi iyi edecek.
Gözlerimin
içine bakmaktan korkma Anna.
Sen
adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı
bizimle de konuşur belki.
Tarık
Tufan
Anna mükemmel bir şiir, açıklama ve yorumda güzel olmuş. Tebrikler
YanıtlaSilÇok güzel yorumlamışsınız.
YanıtlaSil
YanıtlaSilMükemmel bir yorum. Çok keyifle okudum. Tebrikler.
Çok büyük keyifle okudum. Sadece şunu belirtmek isterim: birçok yerde o muazzam bitiş cümlesi yer almıyor. Bu beni çok şaşırttı ve üzdü, nasıl yobazca bir sansürdür bu, şiiri tarayın nette, %90’ında “tanrı bizimle de konuşur belki” yok, kesilmiş. Şair kendisi mahzur görmemiş yazmaya ama yayınlayanlara bravo aşırı dindarlar
YanıtlaSilMetnin içinde iki ayrı yerde geçiyor. Bu şekilde eleştiri yapmadan önce daha dikkatli okuyunuz/inceleyiniz.
Sil